Cuma, Aralık 10, 2010

Zagor vs Türk Polisi


İlk Tahmin: Götürürler merkeze…
Olasılıklar: Gene çok zorlu bir rakip ile karşı karşıyayız.  Türk Polisi’ndeki muhalefet alerjisini biliyoruz. Tarih boyunca görevlerinin gerçekte ne olduğunu asla idrak edemeyip tamamen insani zaaf ve düşüncelerle, karşı taraftan ettiği nefreti işine yansıtan, hele ki kendisini yöneten siyasi odakların direktifleriyle birleştiğinde insanların üzerine katmerli olarak çöken bir teşkilat sözkonusu.  Solcusundan, öğrencisine, alevisinden memuruna, travestisinden, işçisine her türlü muhalif yapıyı, genel çoğunluğun arasında bir şeyler söylemeye çalışanları acımasızca ezen,  “155 Polis İmdat” servisinin yanına “551 İmdat Polis” servisi koysak daha çok aranacağı kesin, tamamen yozlaşmış bir kurum.  Milliyetçi ve islamcı fraksiyonlar dışındaki her türlü görüş, fikir ve topluluğa karşı arslan kesilen, canla başla mücadele eden, kendi canını hiçe sayıp en önde jop sallayan, kendisinin de etkilenme olasılığını dikkate almayıp biber gazlarını düşmanlara yiğitçe savuran insanlardan müteşekkil bir müessese.

Bu işin bir boyutu. Diğer tarafta üç kuruş maaş ile gecesi gündüzü olmayan, ölüm tehlikesi yüksek, zorlu  bir meslek var. Dünya standartlarında mesleki eğitim alamayan, olmak için insani bir özellik ya da bir yetenek aranmayan bir meslek. Bu iki boyut;  polisi, elindeki sopa gibi gören iktidarlarla da birleşince Türk Polisi’ndeki yozlaşma, kastını aşma, amacından sapma, işkence, darp hevesi… özetle çürüme  kolayca anlaşılıyor. Ezilen kitle, biraz yetki alınca diğerini eziyor. Tahlilleri işin ehillerine bırakıp, Zagor'un bu seferki rakibinin çok tehlikeli olduğuna ikna olup, karşılaşmamıza dönelim.

Zagor’un karşısına çıkardığımız rakipleri ikna etmek için öncesinde Melih Gökçek’in deyimiyle fitilleme yapıyorduk.   Ama burada fitillemeye ihtiyaç yok.  155’e bir telefon yetecek.

“Aloo, amirim burada acayip kıyafetli, baltalı falan bir adam var, çok tehlikeli, acil yetişin”

Deriz. Akabinde polisleri beklemeye başlarız. Ama o da nesi?  Gelen giden yoktur. Karakol iki sokak ötede oysa. Bekler dururuz. Zagor’un da canı sıkılır iki saat bekleyince. Neyse ki esnaf yetişir imdadımıza. “Abi gelmez onlar öyle balta malta olaylarında başka bir şey uydurun” der.  Elimizle alnımızı şaklatır ve acemiliğimize yanarız.  Hemen tekrar ararız 155’i.

“Amirim burada öğrenciler var. Anarşik, komünüs şeyler söylüyorl”

sözümüzü bitiremeden tepede helikopter seslerini, akabinde  gelen polis otobüsünü ve içinden çıkıp saniyesinde dizilen dizi dizi çevik kuvveti görürüz.  Şaşkınlığımızı bastırıp, telefonu kapatıp, Zagor’a “fight” deriz alelacele.

Zagor’un karşısındaki 1.500 adet polis, jopları, yani nam-ı diğer Haydar’ları ile  şeffaf kalkanlarına ritmik bir şekilde hızlanıp vurarak ortamı  iyice gerip adeta bir arena havasına sokarlar. Ellerinde balık adam gibi tüp taşıyan bir iki kişi, zirai ilaçlama elemanı edası ile elindeki biber gazı tüplerini tehditkâr bir şekilde sallarlar.

Zagor bu gösterilerden etkilenir, ama çaktırmaz.  “Bana liderinizi çağırın” diye ünler.  Ah be Zagor. Anladım ben seni. Baktın olmayacak liderleri ile dövüşüp yenen kazansın diyeceksin ama karşında  Pawnee’lerden Kızgın Geyik yok ki.  Karşında Türk Polis’i var. Kimler tatmadı ki o jopun tadını bir bilsen.

Bu arada arkadaki panzerin üstündeki hoparlörden bir ses duyulur. “Kırmızılı şahıs, derhal yere yatıp teslim ol”   diye.  Zagor bağırır. “En güçlünüz kimse çıksın karşıma adam gibi kapışalım, Zagor’un sözü bu” der.   Hoparlör “ Şahıs… Kırmızılı, bak o gömleğinin kollarındaki püskülleri yediririm sana, teslim ol derhal” diye devam eder.  Zagor artık sabrının sonuna gelip “AHHHHYAAAAAAAA!!” diye  höykürür adeta. Cümle çevik kuvvet buz keser. Hoparlör bile çığlığın frekansından “zzzzziiizoooiinn” diye cızırdamaya başlamıştır.

5-6 saniye süren ölüm sessizliğini arkalardan “Saldırııın” diye bağıran bir ses bozar. Tüm çevikler aniden taarruza geçer.


Zagor kendisine karşı taarruza geçen 1.500 kişiye karşı hemen bir plan yapar. Önce dalgıca benzeyen öndeki adamlardan birini tutup, tüpteki tüm biber gazını çevik kuvvete boşaltmaya başlar.  Rüzgarı arkasına alıp bir yandan da usul usul geriye doğru geçip arkasına kimseyi almamaya çalışıyordur.  Biber gazını soluyan Çevik Kuvvet’te hoşafın yağı kesilir. Suratlar buruşur,  ellerini dizlerine koyup nefes almaya çalışır çoğu. İlk dalgayı atlatan Zagor arkadan maskeleri ile gelen başka bir grubu görür. Biber gazı ile rüzgarın da etkisiyle maskesiz tüm polisleri saf dışı bırakan Zagor baltasını çıkarıp maskeli 50’ye yakın polise sıradan dalar.  Her ne kadar baltasını  “hard” moduna getirip en sert vuruşlarını da yapsa, robokop kıyafetli polisleri ancak sersemletebiliyordur. Bir beş dakika boyunca mücadele sürer. Zagor jop darbeleri alsa da halâ ayaktadır.  Manzara şöyledir. Yaklaşık 50 kişilik robokop polis grubu Zagor’u çembere almış boyuna onu jopluyorlar, Zagor’da  allah ne verdi ise çemberde kendisine en yakınlara baltası ile ekleştiriyordur. Ancak Zagor artık yorulmaya başlar. Arada yere düşer, kalkar, çömelir, mücadeleyi sürdürür. Üstelik göz ucu ile de olsa, ilerideki otobüslerden, mp5 otomatik silahlı takviye çevik kuvvetlerin de geldiğini görür.  “Bazukalar falan da meydana çıkmadan sıvışmalı” diye aklından geçirir de nasıl sıvışacaktır bu cehennemden?
Gerçekten karşılaşmanın bir anlamı kalmamış, yüzlere kişi tek bir kişiye saldırır durumdadır.  Zagor’un aklına bir fikir gelir.  Birden hazırolda durup, “Koooorkmaaaa, söönmezz buşş afaaaaak…. Lardaaaa yü  zeeeen” diye istiklal marşımızı söylemeye başlar. Çevik kuvvet afallar. Hepsi vurmayı keser, aralarında hazırola geçenler olur.  Zagor fırsat bu fırsat diyerek çemberi yarıp o sırada ilerideki caddeden geçmekte olan 28T numaralı İETT otobüsüne kendini atıverir.  Karşılaşma biter. Türk Polisi’ni kimse yenemez. Ee, Zagor’u da tabi.

Bu arada, Zagor’u görüyor musun?  Ertuğrul Özkök, Sertar Ortaç, Melih Gökçek diye Türkiye’ye gele gide İstiklal Marşı'ndan, İett'ye kadar öğrendi valla her şeyi . Allah bilir cebinde akbili bile vardır.

Cumartesi, Kasım 13, 2010

Zagor'un Baltaları!

Zagor’un Sözü Bu kitap oluyor. Kitap için blogda yayımlanmayan ve yayımlanmayacak pek şahane dosyalar hazırlanıyor. Bir terslik olmazsa 2-3 aya 1001 Roman Yayınlarından çıkabilir. Dolayısı ile blogda kısmi aksamalar olabilir, tarayıcınızın ayarları ile oynamayınız efenim!

Zagor’un baltasının sanıldığının aksine ne kadar güçlü bir silah olduğunu "Zagor Baltası Yapıyoruz" dosyasında görmüştük. Ancak baltanın o  aerodinamik yapısına kavuşmadan, pekmez akıtan özelliğini kazanmadan önce nice aşamalardan geçtiğini kimseler bilmez. Zagor çok balta denedi zamanında. Sivri ve keskin taşlarla yaptı bir dönem, baktı sağ tarafta asılı olan balta yürüdükçe çarpa çarpa kotu deliyor bıraktı. Tek vuruşta direkt manitunun çayırlarına ışınlasın karşıdakini diye kocaman dikdörtgen kayadan yaptı ancak baltanın uçuş aerodinamiği bozulduğundan vazgeçti. Aynı zamanda "STUNK" diye acayip bir çıkartan balta sinir bozuyordu.

Uzun olsun ersin, kalın olsun gersin mantığıyla bir buçuk metrelik sopası 7 kiloluk kayasıyla 1800’lü yılların en korkunç silahlarından birini yaptı ancak baltanın bir kusuru vardı; biraz ağır olmuştu. Savurduktan sonra problem yok; çarptığı yeri dağıtıyordu ancak savurana kadar geçen zamanda tehlikelere açıktı.

En nihayetinde hepimizin bildiği 40 santimlik sopası, elips hatlı ancak uçları hafif keskin taştan ibaret baltasını keşfetti. Balta Darkwood'un her yerinde 5 dakikada yapılabildiği gibi hem hafif, hem dengeli, hem keskin hem de vurdu mu akıtan cinsten olmuştu. Şu zarafete bakar mısınız?
Son olarak Zagor'un babası Ferri'nin de geldiği Kasım 2010 tarihli Tüyap Kitap Fuarında tanıştığım bazı Zagor fanlarının yaptıkları müthiş baltalarla bir dosyayı daha bitiriyoruz.
...Bitmedi. Elimize şimdi ulaşan bir habere göre bir balta daha piyasaya çıktı. Dost blog Hayal Kahvem'den Vildan Hanım'ın sarı kurdaleli ve fiyonklu "Kız Zagor Baltası". Tebrik ediyoruz kendisini, şahane olmuş :)

Cuma, Ekim 29, 2010

Artist Zagor

 Daha önce kabaca da olsa üzerinde konuşmuştuk. Eğer bir kahraman iseniz bu işin kurallarına riayet etmeniz gerekiyor. Yapılan her işte temelde iki ayrım var. İlki o işin görünen yüzü, ikincisi ise mutfağı. Ve hemen her işte mutfağı görmeden  yapılan o iş ile ilgili sağlıklı fikirlere sahip olmanız çok zor. “Ooh, en güzeli patronluk. Binersin jipine, tatili Maldivler’de yaparsın. Ne güzel hayat!” Peki tatiller dışındaki 300 gün ne yapacaksın? Kaç saat uyuyacaksın? Ne kadar çalışman lazım? “Aktör olurum. Şahane iş. Hem oyunculuk yap hem de millet sana hayran olsun. Paralar da gani.” E oyna bakalım bir kamera karşısında, ezberle bakalım 30 sayfalık metni, kilo almadan yaşa, sabahın dördünde bir gündür süren çekime devam et bakalım, sigortası yok, emekliliği yok…

Zagorluk da kolay değil. Güçlüsün, vurdu mu deviriyorsun, attı mı indiriyorsun, senin için canını verecek dostların var, hatunların hepsi sana hasta, uçuyorsun, kaçıyorsun, ölmüyorsun… Bunlar işin görünen yüzü. İşin mutfağı ise çok acı. İdealler sonucu fedakarca harcanan bir hayat mevzu bahis. “Ben de taştan yaratılmadım” diyordu bir macerasında Zagor, kendisine kur yapan bir hatuna. Mutluluk, hormonlar, gelecek kaygısı, yalnızlık, eş, aile… Bunların hepsine boşvermiştir Zagor.

Kahramanlığın bazı kuralları var dedik. Kostüm giyeceksin, kankan olacak, çığlık atacaksın, evlenmeyeceksin, gizlerin olacak ve her ne kadar mütevazi bir kişilik de olsan artistik yapacaksın.
Her kahraman biraz artisttir. Zagor da artisttir. İdeallerine ulaşmak için artistlik yapar. Taklit yapar, Kızılderilililerin cehaletini kullanarak, ışık oyunları ile etkileyici sahne performansları gerçekleştirir. Kılık değiştirir. Rol keser. Karakter atar. Korkutur, güldürür, üzer, gezici tiyatro topluluğu Sullivanlar’dan aldığı sahne tecrübesini yaptığı her davranışa yansıtır.

Cumartesi, Ekim 23, 2010

Ahyak (3)

Zagor çığlık atmaya, dosta güven, düşmana korku vermeye, bununla birlikte  gürültüden hazetmeyen ahaliyi de kızdırmaya devam ediyor. Ahyak  konusuna bu hafta ara vereceğiz. Ancak ara ara Zagor ile Darkwood ahalisi  arasındaki sürtüşmeler tüm çıplaklığı ile gene sayfalarımızda olacak.

Çığlık atan kahraman  pek yok piyasada. Zagor’un Tarzan esinlenmelerinden çığlık sahibi olduğunu biliyoruz. Hatta çığlık konusunda Ferri’nin çizdiği, Zagor ile Tarzan’ın uçarken çarpışıp, “niye çığlık atıp geldiğini belli etmiyorsun ulen” diye bağrıştıkları komik mi komik bir potbori de var.  Ancak  baktığımızda Tarzan çığlığını ormanda atıyor. Ormanda Jeyn’den başka çığlıktan rahatsız olacak bir insan da yok.  Ama Zagor öyle mi? Darkwood dediğin yerde, son sayımlarda çıkan rakama göre  25.000 insanı yaşıyor. Ki sayım zamanı sayım memurunun kafaderisini yüzerek kendilerini saydırmayan kabileler dahil değil bu rakama.  Darkwood’un bağlı olduğu Pennsylvania desen,  dünya kadar adam. Bataklıkta efendi gibi bağırsın  amenna ama Zagorumuz Aygaz kamyonu gibi mecburen gittiği  her türlü ortamda bağırıyor.  Herkesi memnun etmek  de imkansız. Birileri  şarlıyor tabi.
Vahşi deyip geçiyoruz ama, birinin  sinüziti mi var, başı mı ağrıyor,  sessizce avlanmaya mı çalışıyor, akşam ateş suyunu fazla mı kaçırmış, yengesi mi ölmüş  bilmeden kulağının dibinde bağırırsan, içlerinden birileri, karşısında  Zagor bile olsa böyle diklenir, linç girişimine maruz kalırsın.

Not: 6 Kasım'da Zagor'un babası Ferri Tüyap Kitap Fuarında, 1001 Roman standında Zagorsever'leri bekliyor olacak.

Cuma, Ekim 15, 2010

Ahyak (2)

Zagor’un “ahyak” şeklindeki çığlığını geçen hafta konuştuk.  Çığlık, duyanların söylediğine göre çok korkutucu, ürpertici, tırstırıcı... "Gerçekten öyle mi acaba" dediğinizi duyar gibiyim. Ben de bunu tahmin ederek evde bir deney yaptım. Çığlığın gücünü siz de tecrübe edebilin diye deneyimi size de anlatıyorum: Evde gördüğünüz ilk kişinin arkasından ona belli etmeden sinsice yaklaşın. Kulaklarının dibinde aniden "AAAAAAAHHYAAAAAAİA" deyi bağırın.  Zagor'un çığlığının ne müthiş bir silah olduğunu göreceksiniz. (uyguladığınız kişide yaş arttıkça çığlığın tesiri de artmakta, hatta ölümlere rastlanmakta-dikkat-) Zaten gördük, Zagor çoğu macerasında bu çığlığı psikolojik bir silah olarak kullanıp milletin aklını aldı. Zagorumuz bu çığlığı  aynı zamanda bir çok amacı için kullanıyor:  

*Zorlu bir düşmanı yendiğinde “aldınız mı babayı” anlamında
*Peşinde olduğu birine bağırdığında “hiç kaçma, çömel oraya bekle” anlamında
*Herkesin birbirine girdiği bir kaos ortamında “bi durun la!” anlamında
*Bir kızılderili kabilesine ilk geldiğinde “selamınaleyküm” anlamında,
*İşkence direğinde “Dua edin öleyim yoksa dumanınızı attırıcam”  anlamında,
*Ölen bir dostunun ardından “Zalımsın dünya, hayınsın dünya” anlamında,

...gibi örneklerde gördüğümüz üzre çığlık korkutucu olduğu kadar fonksiyonel de. Kısacası Zagor kendini hatırlatmak istediği her anda  sürekli “ahyak” narasını atıyor.  Atıyor, atıyor da bu da kafa yani. Darkwood’da çeşit çeşit adam yaşıyor. Çoluğu var, çocuğu var, hastası var, yaşlısı var. Kafa kaldırmıyor belli bir yaştan sonra.
Aynı, Metallica’nın ses sisteminden daha güçlü ses üreten bir hoparlörü olan, pikaplı seyyar zerzevat  satıcısı gibi. “aaaaaaahyaaaaaaaaaaaaaaaa” şeklinde bir böğürtü milletin canını sıkıyor tabi ki.  Bu bölümümüzde Darkwood ahalisinin Zagor’a olan bir takım tepkilerini karikatürize edeceğiz.  Tutarsa devam ederiz. Hadi bakalım siftahı sizden bereketi allahtan.

Cumartesi, Ekim 09, 2010

Ahyak!

Zagor ile özdeşleşmiş en önemli özelliklerden biri de özgün çığlığıdır bildiğiniz gibi.  “Ahyaaaak” şeklinde geçer çizgi-roman karelerinde. Zagor’un telif hakları yüzünden değiştirilen ismi Ajax’tan gelen bir ünlemdir kendisi. Zagor’un ilk defa 1971 yılında çekilen filmlerinde, Levent Çakır’ın canlandırdığı Zagor  “heeeyyyy!” ve “yihhuuuu!” olarak bağırır düşmanlarına. Böylece düşmanlarını olduğu kadar Zagorcular’ı şaşırtır. Bunu ilk duyduğumda mantığa bürünerek, ya telif haklarından kaçmak için bir numara ya da Türk Sineması’ndaki hoyratlık olarak çözüm getirmiştim. Ancak “Ahyaak” üzerine bir şeyler yazmaya karar verdiğimde aydım ve gerçeği gördüm.  Gerçek çok basitti. Ama önce reklamlar.

Blog dünyasında devam eden yazıya reklam alarak bir ilki gerçekleştirmenin heyecanı ile devam edelim. Bu arada tıklamadan direkt bu paragrafa geçenler olmuş, bunların hepsinin kayıtları bizde duruyor merak etmeyin. Siz kaybedersiniz söyleyeyim.

Zagor’un filmde “ahyaaak” yerine niye “yihhuuu” diye bağırdığı apaçık ortadaydı. Çünkü “ahyaaak” okunduğunda dikkat çekmese de bağırılamayan ya da nasıl bağırılacağı belli olmayan bir nidaydı. Lütfen “ahyaaak” diye bağırmayı deneyin.  Çok saçma değil mi? Nasıl tonlayacaksın, vurguyu hangi heceye vereceksin, neresini uzatıp, neresini kısaltacaksın.  Buradaki abukluğu gören filmin yönetmeni Nişan Hançer elbette böyle bir nida olamayacağı için Zagor’u “yihhhuu” ve “heeeey” diye bağırtmıştır. Bence Zagor “ahyaak” diye bağırmaktansa “Hoooov”, “Abariii” , “Hoooop”, “Aloooov” , “Laaaayyyn” şeklinde bile bağırabilirdi. "Ahyaak" nedir yahu? Nasıl “ahyaak” diye bağırılır?
Pişmiş Kelle’deki efsane köşe “Bi Gece Daha”da Kemal Aratan çizmişti. Hatırladığım kadarıyla Behiç Pek ve arkadaşları, Avrupa’da bir şehirde gece vakti imdat diye bağırmaya çalışıyorlar. İmdat’ın o dildeki karşılığını biliyorlar ancak bağırırken nasıl tonlanacağını bilmediklerinden bağıramıyorlardı. Gerçekten de vurgu ve anlam arasında böyle kuvvetli bir ilişki söz konusu. Mesela Litvanyaca “imdat”, “padeti” demek. “Padeti” demek de hadi bağır bakalım “padeti” diye…

Zagor’un çığlığı okuyucu tarafından böyle gözüküyor ve hatta duyuluyor. Anlam verilemiyor.  Zagor’un yaratıcısı Ferri Kasım ayı başında,  Tüyap kitap fuarına geliyor bildiğiniz gibi. Fırsat bulabilirsem kendisine “ahyaaak”ın nasıl bir tınısı olduğunu soracağım.

“Ahyak” hakkında belki de en net bilgiyi bize Zagor’un düşmanları verecektir. Zagor’un çığlığını bizim gibi okumayıp gerçekten duyanlar, çığlığın insanın kanını dondurduğunu, tüyleri diken diken ettiğini, duyanın elinin ayağının boşandığını söylüyorlar. Bundan hareketle “ahyaak”ın bizim yaptığımız gibi bir kelimeymişcesine okunan değil, bir çeşit böğürtü olduğunu anlayabiliyoruz. Böylece biraz daha netleşiyor durum. Bu, arslan kükremesini hiç duymamış birine “rrröööghhh” nidasını okutup hadi bu şekilde bağır demeye benziyor biraz da.  O yüzden “ahyaaak”ı okuyunca değil ama söylemeye çalışınca afallıyoruz.

Benim hayalimdeki zagor çığlığı şöyle bir şey aslında. Tamamen boğazdan çıkan, boğuk, kükremeyle karışık bir “aaaaaaahyaaaaaaaa” şeklinde bir homurtu. "H" harfi belli belirsiz söyleniyor. Duyulmuyor bile. “K” harfi de hiç söylenmiyor ancak haykırış sanki “k” harfi ile bitmiş gibi hissediyoruz. Hmm, kafanızda canlanmadı mı? En iyisi şöyle yapıp bitirelim bu konumuzu da. Mutlu hafta sonları herkese.


Cumartesi, Ekim 02, 2010

Zagor vs Iron Man

İlk tahmin:  Iron Man değil Demir adam!
Olasılıklar: Hmm. Güzel bir rakip geldi sonunda karşımıza. 
Iron Man’ın en güçlü yanı teknolojisi. Demir bir zırh ve nükleer enerjiyi hem uçma, hem de ateş gücü olarak kullanabilmesi. Hellingen de Demir Adam’a benzeyen Titan adlı bir robotla Zagor’un karşısına çıktı iki defa. Zagor ikisinde de robotu sanayi hurdalığına gönderdi. O yüzden Demir Adam'ı karşısında görünce afallamayacak, tersine nostaljiyle karışık bir özgüvenle Demir Adam'ın çipine çipine vuracaktır. 

Demir Adam, tüm enerjisini göğsündeki kabaca ifade ile bir pilden alıyor bildiğiniz gibi. Demir Adam'ın goğsündeki yuvarlağa basınca pili bitmiş oyuncak panda gibi kalıyor, biliyoruz. Punduna getirip oradaki butona basınca zaten karşılaşmayı bitiriyorsun. Aslında bir balta atışı ile karşılaşmayı bitirmek olası ama seyircinin parası yanmaması için kapıştıracağız mecbur. 

Ayrıca, filmlerinde gözükmüyor ama çizgi-romanda en kritik anlarda pilinin bittiğine, sisteminin mavi ekran verdiğine çok şahit olduk. Iron Man 2  filminde Ruku Mik bile indiriyordu neredeyse 2 tane elektrikli kırbaçla. Ya da Biraz kimya bilgisi olan herkes içinde asit olan su tabancası ile Demir Adam'ı delik deşik edebilir. Ya da bir alev makinası hatta pürmüz ile Demir Adam'ı eritebilir, daha sonra biraz demircilik bilgisi ile çekiçle vura vura  hatlarını yumuşatıp Demir Kadın'a döndürebiliriz. Uzun vadeli düşünüyorsanız tuzlu su ile Demir Adam'ı pas içinde bırakıp hareket etmesini engellemek de bir yöntem olabilir. Yani Demir Adam her ne kadar güçlü kuvvetli gözükse de zayıf yanları da çok. O yüzden Zagorumuzu korkutamaz.

Bununla birlikte Demir Adam, demir yumruklarından ziyade avucundan çıkarttığı ışın ile çok tehlikeli olabiliyor. Öncelikle Zagor bir iki yoklama sonucu bu ışından kaçması gerektiğini anlar. 

Zagor’un baltası maalesef Demir Adam'ın kaportasında çiziklere sebep olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. O çizikler de zaten bir pasta cilaya bakar. O yüzden baltayı kullanamıyoruz. 

Demir Adam’ın çelik zırhındaki fonksiyonları aynı bilgisayarlarımızdaki gibi bir işletim sistemi yönetiyor.  Zagor bu bilgiyi bilmese de olayın zırhta olduğunu içinde cascavlak bir insan evladının olduğunu hemen kavrayacaktır. Demek ki mekanizmaya birşeyler yapmalı. 

Aslında bana kalsa Demir Adamın usb portundan  tüm abuk subuk virüsleri ver edip, sonra Demir Adam uçarken sistemin kendisini restart  etmesiyle oluşacak cümbüşü izlemek var ama Zagor bu yöntemleri kullanamaz haliyle.  (Hatırlayın Total Recall’da Arnie abimizin üzerindeki yapay dokudan oluşan kadının zırhı nasıl da bozuluyordu? Olay mekanizmayı bozmak)

Zagor arkadaki fabrikadan çektiği kalın mı kalın elektrik kablosu ile Demir Adam’a yaklaşır. Demir Adam "tozzie", "pozzie" diye avcundan ateş etse de Zagor sıyrılıp, zıplayıp kabloyu Demir Adam’a dolamıştır bile. 

Tam da burada konu ile ilgili acı  bir tecrübemi anlatmak isterim. 10 sene önce oturduğum evin yakınlarına düşen bir yıldırım sebebiyle  telefon kablosunu yakarak bilgisayara giren elektrik, tüm anakartı ve geçtiği yolları dağıtmış, benim bilgisayarı, cd-rom’u guguklu saat gibi sürekli açılıp kapanırken, adeta içine cin girmişcesine bulmama sebep olmuştu. Elektronik sistemlere haric yollardan elektrik vermek hoş olmayan sürprizler demekti. 

Zagor elektriği veren de… 2. filmde de gördük. Ruku Mik eğer ralli sahnesinde biraz daha dayansaydı az sonra yazacaklarımız zaten olacaktı. Elektriği yiyen Demir Adam’ın işletim sistemi sapıtmaya başlar. Demir Adam’ın gözlerinin önünden tüm hayatı film şeridi gibi değil baya avi uzantılı bir film olarak geçer. Son bir hamle ile kendini kurtarmak istese de Zagor hem kabloyu komple Demir Adam’a dolamış aynı zamanda onu yere domaltarak kıskıvrak sarmıştır. Demir adam kıpırdayamaz. İşletim Sistemi maymalamaya devam eder. Yanık kablo kokusu duyulur. Göğüsteki yuvarlak buton hızlanan kalp atışları gibi inip çıkmaya başlar. Avuçlardaki deliklerden havayi fişekler çıkıp patlamaya başlar. Demir adam lig tv’yi şifresiz çekmeye başlamıştır.  Zagor istifini hiç bozmadan rakibini sıkmaya devam ediyordur. "Döngüsel artıklık denetimi", "bellek read olamadı", "program satıcınızla görüşün" hatalarını veren işletim sistemi artık dayanamaz ve tüm zırhı tuz buz ederek çöker. 

Alttan beyaz don ve atleti ile cascavlak bir insan evladı yani Tony Stark savunmasız bir şekilde çıkmıştır. Zagor sağ eliyle ona doğru bir hamle yapar yapmaz Tony Stark abartılı bir şekilde ellerini kaldırarak tırsaki moduna geçer. Zagorumuz sağ eliyle başladığı hamleyi, parmak uçlarını birleştirip Tony Stark'ın erojen bölgesine götürüp, ağzıyla “ccccücccük!” efekti yaparak bitirir. Zagor kazanır.

Cuma, Eylül 24, 2010

Kurşun Sıyırmaları

Her yazımdan önce araştırma yaparım. Kurşun sıyırması ile ilgili olarak da yaptım. Önce Beyazıt kütüphanesinde bir kaç gün, sonra da internette... Google’ın derin dehlizlerinden çıkan manyak manyak sitelerde gezerken bir de ne göreyim, “kurşun vucutta kalmıyorsa sıyırmıştır” diye bir tanım.

“çofff” efekti ile bir kafayı darmadağın eden sniper’ın yaptığı da kurşun sıyırması oldu bu durumda çünkü kurşun kafada kalmadı. Yani kurşun akla takılmadı. Geçti gitti. Umursanmadı. Kurşunun sizi kafadan vurmasının nadir olan iyi yanlarından biri de bu. Kurşunu kafaya takmıyorsunuz.

Oysa sıyırma öyle olmuyor. Sıyırmada delme yok. Sürtme ve aşındırma var. Teğet de diyebiliriz geometri ve ekonomi bilenler için. Kurşun sıyırması genel itibari ile şanslı olduğunuza delalet ederken, duruma göre sinek ısırığı gibi de gelebilir, şakağınızı sıyırarak hafızayı da etkileyebilir, avret yerinizi sıyırarak günlerce ulumanızı da sağlayabilir.
Gelelim Zagor’daki kurşun sıyırmalarına. Sadece Zagor’da değil, çoğu fumetti’deki en çok eleştirilen konulardan biridir kurşun sıyırması. Genelde şöyle gerçekleşir: Kahraman’a ateş edilir. Kurşun kafayı ekseriyetle şakağı sürterek geçer. Kahraman yüksek bir yerden düşer. (Genellikle nehre) Herkes kahramanı öldü zanneder. Kutuplardaki sen bernard köpekleri gibi bu iş için özel eğitilmiş yerliler, kahramanı bulur, iyileştirir ve Bonelli’den primlerini ay sonunda alırlar. Teks’i ve Zagor’u defalarca iyileştirmiş bir yerli kadın rekoru elinde tutmaktadır.

Bu tam bir klişedir. Çok sayıda yapılırsa çizgi-romandaki inanılırlığı ve zevki azaltır. Ancak yeterli dozda ve uygun zamanda uygulandığında çoğu klişe gibi zevk verir. Kurşundan etkilenmeyen uzaylıları tahta oklarla öldürmüş bir kişilik olan Zagor için bu tür klişeler çorbanın tuzu kadar elzemdir. Hadi len dediğinizi duyar gibiyim. Okuyalım o zaman.
Ölçtük, biçtik, sorduk, soruşturduk, Zagor’a bugüne kadar 1785 kez ateş edilmiş. Muhtemelen bir kez dahi namlunun ucunda duracak olsanız tüm psikolojiniz değişecekken Zagor’u tahayyül edin bir. Öncelikle şunu belirtelim. Zagor’a ateş ediyor iseniz ve Zagor sizi görüyor ise, elinizde de mitralyöz yok ise onu vurma ihtimaliniz çok düşük. Çünkü dünyanın en çevik adamlarından biri olan Zagor’a ateş etmeye hazırlandığınız an Zagor atlayıp zıplamaya başlayacak, yakında ise size doğru, uzakta ise güvenli bir yere seyirtecektir. Birazdan soğancığınıza yiyeceğiniz balta yüzünden size de bir an önce kaçmanızı öneririz bu durumda. Neo Matrix’de ajanların kurşunlarından kaçmak için eğiliyordu ya; Zagor onu 200 yıl önce yapıyordu işte.
Demek ki neymiş. Zagor’u vurmak istiyorsanız, Zagor’a hissettirmeden gizlice yapmalıymışsınız. Bunun için ne yapacaksınız? En bilineni Amerika’da bolca bulunan kanyonlardan faydalanıp pusu kurmaktır. Ancak bu iş de kolay değil. Hedef hareketli. Hareketli olmasa ne olacak ki? Counter Strike oynayanlar ya da askerde g3 piyade tüfeği ile 400 mt atışı yapanlar bilirler. Bir adamı eğer dibinde değilseniz, yüz metreden sonra vurmak çok ama çok zordur. Hele ki hareketli ise imkansıza ıraksar bu olasılık. Yani “Zagor kanyondan geçecek, biz de onu tüfekle vuracağız” parlak bir plan değil o dönemde. İş zaten yapısı itibari ile zor, üstelik karşında da Zagor var. Çocukluğundan itibaren silahların gölgesinde büyümüş, üzerine 1785 kez ateş edilmiş bir adam, her türlü kanyon ve pusu kurulacak bölgede diken üstünde hareket ederken, gelin kabul edelim: onu vuramazsınız!

E n’oldu şimdi? Zagor karşımızdayken onu vuramıyoruz, uzaktayken vuramıyoruz, ne zaman vuracağız? Vurameyceniz tabi kötüler. Ağzınızla söylersiniz işte böyle. Tek şansınız bir şekilde karambol ortamında, arkadan, yandan, yakın bir yerden nişan alarak ona ateş etmek. Onda da eliniz titremez ise en fazla sıyırtırsınız işte böyle.
Çok vuruldu Zagor, çok yaralandı. Zagor’un ölümsüz olması mevzusuna hiç girmeden söyleyebilirim ki o bünyeyi tek kurşunla devirmek kolay değil. Kafadan vurmak lazım. O da toplamda en az 2,5 kg testis istiyor. Yani sıyırmayı konuşuyoruz ama Zagor’u vursanız da bir halt edemeyeceğinizi görüyorsunuz. O zaman niye bu kadar takılıyorsunuz kurşun sıyırmasına. Zagor, o kurşunların büyük çoğunluğundan kaçacak, bir kısmı ile vurulacak, bir kısmı da sıyıracak tabi. Şov -Bizinıs. Şov-Bizinıs...

Cuma, Haziran 25, 2010

Zagor Küfürleri

Küfür etmek, hele ki güzel küfür etmek ustalık gerektiriyor. Can Yücel “göt” dediğinde gülüp beğenirken, Recep İvedik “göt” dediğinde tiksinebiliyoruz. Küfür sadece kelimelerden oluşmuyor, söyleyenin kişiliğinden, tavrından ve hatta tonlamasından farklı anlamlara bürünebiliyor.

İşin, toplumu ve onun ahlaki gelişimini ilgilendiren ikircikli yönü sebebiyle hakkını vererek tartışılamayan nice konudan biri olan küfür Zagor ve bilumum çizgi-romanda yok sayılıyor. Zagor’da ve hatta istisnalar dışında tüm çizgi-romanlarda ağız dolusu, sunturluca küfür edilmemesi biraz bize de benziyor aslında. Aynı Türk Filmlerindeki gibi en müşkül, en hak edilmemiş durumlarda, adamın beşikten mezara sülalesine tecavüz ettikleri durumlarda bile esas oğlanın ağzından en fazla “alçak” en fazla “melun” dediğini duyuyoruz. Tıpkı Zagor gibi.
Zagor sevgisinin kökenlerinden biri de bu olmalı. Hepimiz biraz Zagor ve hepimiz biraz Türk Filmi’yiz aslında. Ömercik, Sezercik gibi minik Bilmemnecik’lerin ağzından “abi” ye “ağabey” dedirtecek kadar sahte, aşık olup, ince hastalıktan ölecek kadar narin, bir adet tek fişekli tüfekle hiç doldurmadan, otuz el ateş edecek kadar komik, namus belasına verilen can kadar, “Vurun kahpeye” diyebilecek kadar gerçek, “İpne makinist, parça koy parça” diye bağıracak kadar medeni cesaretli, fakir ama gururlu, yenilen ama ezilmeyen…
Eğer filmin başında ölürsek, mutlaka bize tıpatıp benzeyen bir oğlumuz çıkar meydana. Güzel olduğumuz kadar da küstahızdır. “Anneciğim, bu amcayı çok sevdim, ona baba diyebilir miyim” diyecek kadar şefkate muhtaç, “Benim de senin yaşlarında bir oğlum vardı evladım” diyecek kadar acılar çekmiş, asla kovulmayan, kovulduğunda “hayır siz kovmuyorsunuz, ben vazifemden istifa ediyorum” diyen, kafasındaki sargılar açıldığında kör olan, araba çarptığında gözleri açılan, “Hayır durun, Ferit suçsuzdur, aradığınız suçlu benim” diyecek kadar dürüstüzdür.

Vücudumuza sahip olabilirler ama ruhumuza asla. “Sen arkadaşımın aşkısın” diyerek aradan çekilir, “Babanın kanını yerde koma oğul” diyerek araya gireriz. “Yaa, Justinyanus, buna Osmanlı Tokadı derler” diyerek bütün milletleri dize getiririz. Evlenince sadece pembe panjurlu bir ev isteyecek kadar minimalist, öleceğini öğrenince sevgilisi üzülmesin diye ona “Seni sevmiyorum, seninle oyun oynadım, bunu anlamadın mı hala” diyecek kadar denyo, “Sevgilim ne kadar mesudum, mutluluğumuz bozulacak diye çok korkuyorum” diyecek kadar paranoyak, “Tıp da bir yere kadar ancak tanrıdan ümit kesilmez” diyecek kadar gerçekçi, “Sen kaç yiğidim, ben onları oyalarım” diyecek kadar fedakarızdır.

Sırtımızda taş taşır ama oğlumuzu ya da kardeşimizi okuturuz, sonra o çocuk savcı olup bizi tutuklar. “O kızla evlenirsen, seni mirasımdan mahrum, evlatlıktan men ederim” diyecek kadar ataerkil ve otoriterizdir. annemiz biz doğarken ölür, okulda çocuklar bizle alay eder, tatillerde simit satarız. Ne kadar çok sırrımız vardır. sevdiğimiz kızın yıllar önce kaybolan kardeşimiz olduğunu zifaf gecesinde öğrenecek kadar talihsizizdir. Ne kadar da bedbahtızdır. en güvendiğimiz arkadaşımız, sevdiğimiz kızı elimizden alıverir. Hepimizin sesi yanıktır. Ne zaman şarkı söylemeye başlasak, o sırada oradan geçmekte olan bir gazinocular kralı tarafından keşfedilir ve meşhur oluruz. Ve fakat parayla saadetin olmadığını anlarız. sevdiğimiz kıza bir türlü onu sevdiğimizi söyleyemeyecek kadar utangaçızdır. Geç kalıp kızı başkaları yediğinde alkole veririz kendimizi. Bütün meyhaneciler kalender, halden anlayan insanlardır, bize nasihat ederler. İyi içeriz, dışarılarda nara atarız, saçlarımız, sakallarımız uzar, berduş oluruz. Fazla yaşamaz, çabuk ölürüz, arkamızdan birileri mutlaka sessiz sessiz ağlar. Hepimiz yakışıklıyızdır, çirkinsek bile kral oluruz.

Bizim tertemiz hislerimizle oynarlar hep. Evleneceğiz deyip bekaretimizi bozarlar, sonra da karşı dairede oturan zengin kızıyla evlenirler. Biz de kötü yola düşeriz. Hayatımızı anlatsak roman olur nobel ödülü alırız. Bizde her şey keskindir, korkutucu bir gerçeklik hüküm sürer. Her şey aniden olup biter, hep bir şeyleri kaçırırız ama telafisi yoktur. Bu yüzden bizim filmlerimizin ikincileri, üçüncüleri çekilmez. “SON” yazdığında her şey biter bizde. Ağlarız ama kabulleniriz, metanetliyizdir.

Hepimiz biraz Hulusi Kentmen, hepimiz biraz Aliye Rona, Hepimiz biraz Ali Şen, hepimiz biraz Türkan Şoray, hepimiz biraz Türk Filmi’yiz aslında. Her filmin mutlu sonla biteceğini sanacak kadar da safızdır. Dudaklarımızın kenarında nereden geldiğini hatırlamadığımız hafif bir tebessümle kalıveririz.

Hayatımız da, filmlerimiz de, çizgi-romanlarımız da bizim gibi naif ve gerçeklikle olan bağları sakattır. O yüzden Zagor hiçbir zaman “siktir” çekmez, “fuck you” ya da “cazzo” demez, diyemez, ağzına yakışmaz. “Yılan soyu, Çakal soyu, Lağım faresi, Alçak, Mel-un, Nobran” şeklinde usturupluca söver can dostunu bile öldüren hayduta. Daha küfürbaz ve Zagor’a göre daha zayıf ahlaki temelleri olan Çiko’nun küfürleri ise eski bir çizgi-roman geleneği olan kurukafa, şimşek ve benzeri olumsuz simgelerle ifade edilir ve gerçekle olan bağından bu şekilde koparılır. Zagor evreni Türkiye’ye yakınsar. Limit sıfıra gider...

Cuma, Haziran 18, 2010

Darkwood (Yiğidin Harman Olduğu Yer)

Yüzölçümü: 1.250 m2
Yönetim Biçimi: Cumhuriyet
Bitki Örtüsü: Komple ağaç.
İklim: Ilıman
Yer altı Kaynakları: Altın
Geçim Kaynakları: Avcılık, gasp.
Ulaşım ve Taşımacılık: Drunky Duck

Pennsylvania eyaletinin hemen kuzeybatısında gerçekte var olmayan bir bölgedir Darkwood. Zagor’a “hemşerim esas memleket nere” diye sorarsanız alacağınız cevaptır. Zagor Darkwood'da doğmuş, çocukluğunu Darkwood'da geçirmiş ve halen de Darkwood'da yaşamaktadır. Her ne kadar kızılderililere yerli dense de Darkwood'un en yerli adamı Zagor'dur.
Darkwood’un olduğu düşünüldüğü yere yani Pennsylvania’nın kuzey batısına Google Maps’den baktığımızda gerçekten de Darkwood’a benzeyen ormanlarla kaplı olduğunu görebiliriz. Hatta civarda Allegheny Ulusal Ormanı, Moshannon Eyalet Ormanı, Spraul Ormanı, Elk Ormanı, Susqehannock Ormanı, Tioga Ormanı, Tiadaghton Ormanı, Loyalsock Ormanı gibi onlarca orman var. Amerikalılar Zagor’u bileymiş o ormanlardan birinin Darkwood olması işten bile değilmiş. Ki zaten Pennsylvaina da etimolojik olarak ormanlık alan anlamındaki “sylvania” ve İngiliz amirali William Penn’in soyadının birleşiminden oluşmuştur. Buradan Zagor’un yaratıcısı Bonelli’nin Darkwood’un yerini kafadan atmayıp gayet bilinçli bir tercihle seçtiğini anlayabiliyoruz.

Darkwood gerek isminden, gerek siyah beyaz basılan maceraların yarattığı etkiden gerekse de maceralarda oynadığı ürkütücü arkaplan rolünden ötürü daima karanlık, kasvetli, bataklık bir yer olarak hatırlanır. Oysa sıkı Zagor okuyucuları bilirler ki Darkwood yemyeşil ağaçların arasında, balığı bol deresi, tertemiz havası, çeşit çeşit mahlukatıyla cennetten bir köşe gibidir.
Zagor, uzaydan tutun, Kanada’nın buzlu adalarına, İrlanda’nın yeşil bozkırlarından Afrika’nın çöllerine, oradan Sanfrancisco’nun modern caddelerine kadar envayi çeşit memleket gezdi ve her seferinde Darkwood’u, yemyeşil ağaçlarını, kulübesini ne kadar özlediğini alengirli maceraların bir yerine sıkıştırarak dile getirdi. Gurbette iken Çiko ile akşamları “Darkwood” dolaylarından türkülerle hasretini bastırdı. Görüyoruz ki, kahraman da olsan, cümle kötüye diz de çöktürsen, toprak bir yerde çekiyor. Zagor gibi sosyal bir adamda bile aidiyet duygusu, daha doğrusu ana rahmine dönme isteği, eve/memlekete olan özlem duygusu olarak tezahür ediyor.
Daha 14 yaşında bir öğrenci iken bile; bir öğrenci programı ile 15 gün Almanya’da kalıp, memlekete dönüşümüzü hatırlıyorum da… 10-15 kişilik velet grubu, adeta memleketinde yıllarca uzak kalıp, prangasından kurtulmuş forsalar gibi toprağı öpmüş, havaalanındaki simitçiye sarılmış, evlerindeki komidini yalamışlardı. Dolayısı ile Zagor dahil tüm insanlarda içgüdüsel olarak olan bu aidiyet duygusu gayet anlaşılır. Zagorumuz’un pek bilinmeyen insani yanlarından biri de bu.

Darkwood ve aynı zamanda Pennsylvania’nın o bölgesi sık ormanlarla kaplıdır. Bu sebeple Zagor’un bu sık ormanda hiçbir işe yaramayacak olan atları yoktur. Ki Allahtan yok. Zaten kulübede Çiko ile geçen baş başa geceler başımıza yeterince bela oluyor, bir de atlarla baş edemezdik. Bu sebeple Zagorumuz yürür ya da daldan dala uçar. Zagor’un kulübesi Darkwood’un en stratejik yerinde, Kızılderililerin kayan kumlar dediği bataklığın arasındadır. Civardaki kurukafaları ciddiye almayıp doğru yolu bilmeden gelen nice kötü kişi daha Zagor’a ulaşamadan kayan kumların kurbanı olur.

Adına besteler yapılan, dergiler çıkarılan, yiğidin harman olduğu bir efsanedir Darkwood.

Bitirirken, bu kadar gerçek hayatla örtüşen bir mekandaki tek uyumsuzluğun, gerçekte o bölgede olmayan ancak çizgi-romanda sıklıkla rastladığımız ve Zagor’un uçmasını sağlayan sarmaşıklar olduğunu söyleyebiliriz.

Cuma, Haziran 04, 2010

Zagor'un Albümünden (10)

Canına yandığım. Zagor’a cinsel göndermeler yapan çr cahili kişi ve kurumların söylemleri arşa ulaştı, vallahi yıldım. Üstteki kareyi gören de… Senaryo hazır: Yalnızlıktan dellenen Zagor Kızılderili bir oğlana abayı yakıyor, çökertiyor ıssıza. O sırada eşraftan ehli namus bir kovboy Zagor ve çıplak arkadaşını böyle uygunsuz bir pozisyonda görünce “sizi gidi ırzı kırıklar” diye ver ediyor fişeği.

Hep söylüyorum, bir insan olarak algılarımız çok zayıf. Sadece görerek, duyarak, okuyarak olanları tam olarak anlamamız imkansız. Dış politika için verilen bir örnektir: Güncelden hareketle ; İsrail’i üçgenin bir kenarı, Türkiye’yi diğer kenarı, Filistin’i öteki kenarı olarak düşünürsek. Üçgenin köşelerinden birinden baktığımızda kenarlardan birini göremeyiz. Hangi köşeye gitseniz diğer bir kenar görünmez olur. Bir taraftan baktığınızda mutlaka bir tarafı ıskalarsınız. Tümünü görmek için ya üçgeni bozacak ya da tepeye çıkacaksınızdır. Tepeye çıkmayı da ister ermek, ister olmak, ister bilmek olarak görün, hayatın ne kadar anlaşılır olduğuna şaşıracaksınız. Hayat gerçekten tüm karmaşıklığına rağmen oldukça anlaşılır bir yer. Tabi bu anlaşılırlık biraz tehlikeli bir ruh hali. Bu belirtilen anlaşılabilirliğe yaklaştıkça, hayatın anlamına uzaklaşma durumu, empati ile başlayan entel humması, yüzeysel bakış ile derinliğin kaybolduğu mecra hasıl olmakta. Örnek olarak gelin Bay Yanlış ile Doğru Ahmet'in konuşmalarına kulak verelim: (Zagorcum bi saniye canım)

"-Allahım, neden bu kadar insan öldürülüyor? Dünya nasıl bir yer?
-Herkesin kendince haklı bir sebebi var. hırsız açlıktan gece başkasının evine giriyor, evsahibiyle karşılaşınca hapislerde çürümemek için onu öldürüp kaçıyor. Amerika geldiği noktayı korumak için işgallere muhtaç. İsrailliler bozuk psikolojileri ile devletlerinin bekası için sapan ile taş atan birine tüfekle ateş edebiliyor. Bla bla...

-E, hırsız neden hırsızlık yapıyor? Namuslu olsun, alınterini öğrensin.
-Sosyal bir varlık olan insanın yaşadığı çevre, aldığı eğitim, gördüğü terbiye sonucunda davranışları ve alınyazısı ortaya çıkıyor. seçimler azalıyor. Toplum kişinin davranışlarını belirliyor.

-Toplum ayağını denk alsın, bilinçlensin o zaman. Bak İsviçre’ye.
-Homojen bir kitle olmayan toplum da, tarihi, eğitimi, ekonomisi ve kültürüyle bir yaşam sergiliyor. Bu ayaklardan birisi eksik kaldığında ya da koşulların gerektirdiği zamanlara uymadığınızda error veriyor. Suikastlar düzenleniyor, bireyler asıp kesiliyor, Kurtlar vadilerden iniyor. Bla bla...

-Peki tamam, klasik "ayak yapma" metoduyla bunlar bi kaç cevap verdin. Peki bir de şu açıdan bakmaya ne dersin: Kadınlar... Kadınlar abi. Filozof olmuş adamlar gene anlayamıyor.
-Alakası yok. Kadınların davranışları da erkekler gibi, duygu/istek/heyecan/tepki/merak gibi çeşitli dürtülere dayanıyor. Anlaşılmaz gibi görünen bir çok davranış için (bkz: regl)

-Öyle deme abi. Hatunla iki senedir çıkıyoruz, bir mutlu olduğunu görmedim. Son zamanlarda da tutturmuş “ilişki tıkanmış, açmamız lazımmış” “alışkanlıkların esareti” falan filan kafamı acıtıyor her gün. Ulan haftada bir mangal yapıyorum bu hatuna daha ne yapayım?
-Kız arkadaşınız sizden daha yakışıklı/zengin/vs bir erkek arkadaş bulmuş, ondan gelecek ışığa göre kısa bir zaman sonra sizi terk edecek.

-Vay kaltak! Peki bizim patronu anlamaya çalışalım. Adam pintinin allahı. Ulen maaşı %10 artırsa bu ona en az %50 performans artışı getirir. İş mi bu şimdi, var mı anlaşılır bi yanı?
-Patronunuzun sizin göremediğiniz bir sürü gideri olabilir. Ayrıca %10 maaş artışının en az %50 performans artışı getirmeyeceğini bütün patronlar bilirler, istisnalar kaideyi bozmaz. Performans artış potansiyeliniz görülürse zaten zam alacaksınızdır. Yok hala alamıyorsanız patronunuz gerçekten cimri olabilir. Cimrilik de bir davranış biçimi olmasıyla berber psikolojide incelenen bir hastalığa tekabü...

-Ay tamam! istemiyorum zam mam. peki ne olacak bu fenerin hali?
-Sana hiçbir şey demiyorum."

Tekrar edelim. Hayat gerçekten de anlaşılabilir. Yeter ki biraz daha üste çıkıp bakmayı becerelim. Çizgi-romandaki tek bir kareye bakıp iftira atacağımıza önceki ve sonraki kareleri okuyalım ki, karedeki baldırı çıplak arkadaşın Zagor’un kankardeşi Tonka olduğunu anlayalım.

Resmin hikayesini Zagorcular bilecektir ama dost var düşman var, biz gene de açıklayalım. Tonka (ki saçını bir çizer böylesine fantastik bir modelle çizerken çoğu çizer klasik atkuyruklu bir Kızılderili reisi olarak çizer) yani Zagor’un en yakın dostlarından Mohawklar’ın reisi Tonka bir lanet ile kendinden geçip Hulk gibi eşyalarını parçalayıp vahşi gorile dönmekte, bilincini kaybederek etrafındakileri hırpalamakta, bir süre sonra sakinleyip eski haline dönmektedir. Tabi parçalanan eşya eski haline dönemediğinden Darkwood’da böyle uygunsuz sahnelere rastlandı zamanında. Gerçi Kızılderililer normalde de göt baş açıkta gezip bir bez parçası ile avret yerlerini sakladıklarından oralarda çok da yadırganmaz böyle bir durum zaten. Ancak Tonka’nın cömertçe sergilediği vücudunu, sert ve biçimli vücut hatlarını gören Zagor düşmanı kişi ve kurumlar her türlü iftirayı da atar, vücudundaki gölgeleri görüp “ayın şavkı vurur üstüne” diye türkü de söylerler. Biz alışığız.

Cuma, Mayıs 28, 2010

Zagor vs Black Smoke

Uyarı: Aşağıda okuyacağınız karşılaşma, Lost adlı dizinin finalini izlemeyen insanlarda tabaktaki son çekirdeğin çürük çıkmasına benzer bir hissiyat yaşatabilir.

İlk tahmin: Zagor Kara Duman'ı alır, Tunikanlar’a mesaj olarak yollar, siz ne diyorsunuz.

Olasılıklar: Biliyorsunuz Lost adlı dizide Black Smoke yani Kara Duman adlı bir musibet var. (Ki dizide kendisini bronzlaşmanın ötesine geçip iyice kararan Fedon canlandırmaktadır. bkz.imdb) Kara Duman altı sezon boyunca az çektirmedi adadakilere. Bu Kara Duman denen musibetin aslında Zagor’un defalarca alt ettiği Kızılderili efsanesi kötü ruh Wendigo’dan çok farkı yok. Aynı Wendigo gibi ölmüş kişilerin kılığına girebiliyor. "Çıkırıkı çıkırıkı" sesleri çıkarıp, "auuuuunn!" diye bağırıp hasmına duman formunda yaklaşıp sarıp buruşturabiliyor, tutup yere çalabiliyor. Çalıyor da karşısında bu sefer şaşkın tavuk bakışlı Lost ahalisi yok, Zagor var. N’apar olum Zagor adamı?

Zagor ile karşı karşıya kalan Kara Duman önce Zagor’a babası Mike Wilding şeklinde gözükür. Zagor baştan afallasa da, daha önce aynı sahne Wendigo’nun benzer hilesiyle tekrarlandığından anında ayar ve Kara Duman’a, sadece gerçek babasının bilebileceği, “Ben küçükken kaç yaşındaydım” “Kamışa ilk ne zaman su yürüdü” gibi bir takım sorular sorar. Afallayıp "çıkırıkı çıkırıkı" sesleri ile zorlanan işlemci gibi öten Kara Duman’ın babası olmadığını kesinleştiren Baltalı İlah baltayı aynen ekleştirir babası kılıklı Kara Duman’a.

Baltayı yiyince yarılan kafadan duman olarak çıkıp özüne dönen Kara Duman bu sefer Frida’nın kılığına girip çıkar Zagor’un karşısına. Zagor uzun zamandır görmediği biricik aşkı Frida’yı karşısında görünce bir hüzün bulutu gözlerinden yalım gibi geçer ancak tabi ki yemez bu numarayı ve Kara Duman’ın iyice terbiyesizliği ele alıp bir sonrakine dayısı, yengesi kılığına girmesine fırsat vermeden daha güçlü bir şekilde bir kez daha baltayı ekleştirir Frida kılığındaki Kara Duman’a.

Kara Duman, balta darbelerinden sersemleyip Terminator II’nin finalinde erirken daha önce girdiği tüm kılıkları 30 saniyede tekrar eden T-1000 gibi maymalar ve sırayla Süleyman Demirel, Reha Muhtar, Erdal İnönü taklitleri yapmaya başlar.

Mecburen atılan restartan sonra kendine gelen Kara Duman başkasının kılığına girerek bu işin olmayacağını anlar ve asli formu olan dumana dönüşerek tüm korkunçluğu ile Zagor’a doğru ilerler. (Çıkırıkı Çıkırı…)

Hasmının manyetizmaya olan alerjisini, iki manyetik alan arasından geçmeye tırstığını bilen Zagor elindeki iki adet at nalı şeklindeki kocaman mıknatısı Kara Duman’a doğrultarak onun bir çeşit manyetik alan cereyanında kalmasını sağlamaya çalışır. (Ahaha. İlahi Zagor, alemsin. Benim bile aklıma gelmezdi bu.)

Kara Duman, mıknatıslardan gıdıklanmaz bile ve fizik bilgisi neredeyse sıfır olan Zagorumuza bu hareketi pahalıya ödetir. Bacaklarından sarılıp, kendisini 32 mt öteye fırlatır. (Ops!)

Kara Duman, Zagor’un o şiddetle bir ağaçta patlayıp ikiye ayrılacağını zannederken, Zagor aynen beyaz geri ışığını yakmış melodili geri vitesli kamyonet gibi gayet kontrollü bir şekilde geri geri uçar ve bir dala elini atarak artistik bir şekilde dönüp (bkz: Zagor’un dövüş figürleri 3) iki ayağı üzerinde durarak anlamlı bakışlarla bakar hasmına.

Kara Duman bu hareket ve bakışlardan etkilenir ama durmaz. “Auuuuuun” diye kökleyerek Zagor’a doğru uçar. Aynı anda Zagor’da “Ahhyaaak” diye ünleyerek elini cebine sokup bir avuç külü önce etrafına döker akabinde hızla üzerine gelen Kara Duman'a fırlatır.

Kara Duman külü yiyende… Yekpare formundan saliseler içinde tuz buz parçalara ayrılan Kara Duman, kalbine kazık çakılmış vampir gibi debelenmeye başlar. "Çıkırıkı çıkırıkı" yerine “Aman aman, oyyy” sesleri kaplar ormanı.

Zagor bir faraş ile kalan duman parçalarını yelleyerek iyice bitirir Kara Duman’ı ve adanın tıpasını çekmeye bile gerek kalmadığını, karşılaşmanın gayet kolay geçtiğini düşünerek döner Darkwood’a.

Cuma, Mayıs 21, 2010

Zagor'un Dövüş Figürleri (4)

Dövüş figürleri bitmiyor. Bitmez de. Zagor evrenini anlamak için, "nasıl olur lan bu, çok saçma" diye beyne düz kontak yaptırmamak için bu figürleri de kavramak gerekiyor.

Zagor Kafası
Herkes hayatında bir kez lakırdısını yapmıştır "Kavgada ilk kafayı atan kazanır" diye. Gerçekten de öyledir. Kafa ve ona asıl gücü veren kafatası kendisinden sert bir cisme vurulduğunda pekmezini akıtma gibi bir riski varsa da, hedefte insan vücudu varsa aslan kesilip, karşı tarafta balyoz olup patlar. Kafayı hele ki burnuna ya da karnına yediğin zaman feleğin şaşar, kalkamazsın. Kafa zaten normalde bu kadar tehlikeliyken Zagor’un kafasının neler yapabileceğini az çok kestirebiliriz. Zagor kafasında karşıda kaç kişi olduğu fark etmez. Koçbaşı gibi dağıtır ortalığı. Buyrun bir vampire dahi kafa atabilen bir adamdan bahsediyoruz.
Buradan Zagor düşmanı kişi ve kuruluşlara kritik bir noktayı da bildirelim. Zagor kafasından kurtulmanın tek yolu Zagor'un hızlandığını, size doğru koştuğunu çabuk fark edip hemen ölü numarası yapmak. Yoksa Zagor hızını aldı mı durdurabilene aşk olsun. Sonra numara yapmaya gerek kalmayabilir. O yüzden erken müdahale önemli diyoruz.

Kuntiz Hareketi
Hep söylüyoruz, sadece fiziksel kuvvetle olmaz bu iş diye. Bir örnek daha işte. Zagor rehin olmuş gidiyorken (Ki Zagor sık sık rehin alınır. Hatta Zagor fanı Ümit Basen’in “Rehin Olmuş Gidiyorsun” adlı acıklı bir parçası da vardır bu durum ile ilgili) böyle müşkül bir durumda bile bir cinlik düşünerek aniden kendini geriye doğru atıp düşmanı ayaklarından yakalayabilmektedir. Çok kuntizsin Zagor.

Eklem Bora Hareketi
Eklem Bora adını verdiğimiz eklem hareketleri de Zagor’un sık kullandığı etkili hareketlerdendir. Eklemleri adeta bir boranın kasabayı alt üst etmesi gibi perişan edip bir poşetin rüzgardaki dansı zarifliğinde (bkz: American Beauty) icra edilen bu hareket düşmanı saf dışı bırakma konusunda garantilidir. Bazı gerçekler var. Ne yazık ki eklemlerimiz en fazla 180 derecelik bir açı ile tek bir yöne açılabilmektedir Bu açıyı değiştirip zorlayınca hem mekanizma bozulmakta, daha doğrusu yalama olmakta, bu sayede eklemin gerektirdiği düzgün açılıp kapanım gerçekleşmemekte hem de kişiye müthiş bir acı vermektedir. Bu bilimsel gerçekleri içgüdüsel ve pratik olarak bilen Zagor, eklemlere ayağını dayayarak “abi de lan” “pes mi olm” gibi lakırdılarla düşmanını saf dışı eder. Hatta şekilde görüldüğü gibi, dizi ile kol dirseğine, aynı anda dizin altı olan bacak bölgesi ile de hasmın bacak eklemlerine baskı yapan müthiş kombosuyla gene kendine hayran bırakır.

Salı, Mayıs 18, 2010

Baron Bela Rakosi

Adı: Bela Rakosi
Meslek: Baronluk
Kütük: Macaristan
Baba Adı: Arpad
Ana Adı: Hacer
Medeni Durumu: Baş Vampir

Zagor’u seven bünye Vampiri de sever. İnsanların kanını emen yarasaların olduğunu, Porfiria hastalığına yakalanan kişilerde kan içme isteğinin oluştuğunu, güneşe çıkamayan kişilerde Kseroderma Pigmentozum hastalığı olduğunu, günümüzde biliyoruz. Ancak geçmişte insanoğlu bunu bilmiyordu. İlkçağı, ortaçağı düşündükçe kendimden geçiyorum. Sara krizi olanın peygamber, Kseroderma Pigmentozum’u olanın vampir olduğu, dünya dönüyor diyene idam hükmü verildiği, bilim insanlarının cadı ilan edilerek yakıldığı, mucizenin, büyünün, olağanüstü olayların hiç bitmediği tam anlamıyla fantastik devirler. Keşke frp oynar gibi gerçekten ölüm tehlikesi olmadan o devirlerde yaşayabilsek. Maalesef esrarengiz, mistik, inanılmaz her olayın mantıklı bir açıklaması var. Çoğu da biliniyor.

Vampir var mıdır yok mudur? Vardır tabi ki. Kitaplarda, filmlerde, muhabbetlerde, hele ki çizgi-romanlarda… İyi ki de varlar. Vampir kültünün hem merkezinde hem de etrafında inanılmaz büyük bir sektör ekmek yemekte. Vampir konusu o kadar bereketli ki, istersen en klişe vampir senaryosunu yaz, sarımsakla, güneş ışığı ile vampir öldür, istersen detaya gir, ister Twilight gibi romantik vampirlerle yeni nesle göz kırp, istersen tüm dünyanın vampir olduğu bir vampirler medeniyeti yarat(*), istersen vampirlerin varoluşsal acılarına odaklan(*), her türlü gideri var. Belirli bir kemik sempatizan kitlesi hazır.

Efsane film Fright Night’dan, From Dusk Till Now’a, Cappola’nın Dracula’sından 30 Days of Night’a, Vampire Hunter D’den The Lost Boys’a kadar müthiş vampir filmleri/animeleri izledik. Sinemada bu kadar popüler olan bir konunun çr sektörüne yansımaması imkansız. Dolayısı ile Dylan Dog, Dampyr, Nathan Never gibi çeşitli çr’larda ve elbette ki fantastik olayların mıknatısı Zagor’da da vampir gördük.
Zagor’un karşısına üç macerada çıkarak kendisini Zagor düşmanı olarak tescilleyen Baron Bela Rakosi bir baş vampirdir. (Ki bu isimle, sinema tarihindeki unutulmaz Dracula Bela Lugosi’ye yapılan gönderme açıktır. Bela Lugosi’nin filmlerini izleyemeyen nispeten genç kuşağa Bela Lugosi’nin nasıl biri olduğunu anlamak hem de b movie dünyasına saygı için Tim Burton’un Ed Wood filmini tavsiye ediyorum. ) Hepimizin bildiği gibi Baş vampirler, normal vampirlerin korktuklarından korkmazlar, telekinetik güçleri vardır, kolay ölmezler, kaldı ki öldüklerinde de belli ritüeller ile canlandırılabilirler.

Zagor’un Rakosi ile tanışması şans eseri oluyor. Bir arkadaşının kervan liderliğine yeni başlayan oğlunu kollamak için kervana katılan Zagor, kervandaki atlı arabalardan birinin Macaristan’dan Amerika’ya göç eden Baron Rakosi’ye ait olduğunu bilmeden maceraya bulaşıyor. Sonrası kıyamet, tarraka…

İlk karşılaşma Zagor'un vampirle olan ilk teması ile ilgileri üzerine çekerken mizahi yönden de başarılı bir maceraya imza atılıyor. Çiko’nun sarımsak sevdası, her seferinde vampirden yanlışlıkla kurtulması gibi enstantaneler başarı bir şekilde korku dolu maceraya yedirilip gerilim havasında sırıtmamayı başarıyor.

İkinci karşılaşmada Rakosi’nin sadık yardımcıları Zagor’u buluyor ve Zagor’dan Çiko vasıtası ile aldığı kandan tekrar dünyaya gelerek tüm kasaba ve Zagor’a musallat oluyor.

Benim en sevdiğim vampir karşılaşması olan üçüncü karşılaşmada Zagor’un biricik aşkı Frida ile Sami Paşa adlı bir Türk’e daha doğrusu Osmanlı’ya da rastlarız. Aksiyonu, gerilimi, hikayesi ile vampirli, kurt adamlı romantik komedili, maceralı, fantastik bir film gibidir bu macera. Özellikle Sami Paşa şahane bir karakterdir. Zagor’un yanında cümle uğursuz mahlukata korkusuzca karşı koymuş Zagor’un da haklı takdirinin yanında Osmanlı mutfağından örnekler vererek Çiko'nun da hayranlığını kazanmış, Zagor’un Osmanlı turu için şahane bir vesile de olmuştur. (Zagor senaristleri yazmazsa ben yazacağım Osmanlı macerasını)
Zagor evreninde vampirler elbette ki klişe yönleri ile var oluyorlar. Aynada gözükmeme, güneş ışığında yok olma, kalbe kazık çakıldığında ölme, sarımsak ve haçdan korkma vb klişeler ardı ardına sıralansa da her vampir macerası ratingi bir anlamda garantiliyor. Hele de iyi ve kötü karakterlerin derinine inip birbirleriyle olan ilişkileri ortaya çıkaran hikaye, ecnebinin soap opera dediği, kabaca pembe dizi olarak dilimize çevireceğimiz bir sürükleyicilik de kazanarak Zagor okuyucusunun haklı ilgisine mazhar oluyor.

Rakosi teke tekte Zagor’u sıkıp buruşturacak güçte de olsa, malum zayıf yönleri sebebiyle yenilgiye uğrar boyuna. Son macerasında da yanarken ateşler arasında bırakırız kendisini. Ancak herkesin malumudur ki baş vampirler kolay ölmez. Bu demektir ki, vampirli maceralar devam edecek.

Vampirlerle ilgili iki klişenin de açıklamasını yaparak bitirelim:

Birincisi Vampirlerin sarımsak düşmanlığı. Vampirlerin neden sarımsak yemediklerine dair envayi çeşit teori var. Yukarıda saydığımız hastalıkların da alametlerinden biri diyenler var. Benim teorim şu: Bu vampirlerin alayı kont, dük, baron gibi soylu, asil ve zengin kişiler olduklarından, sarımsak yiyip baloda karşı yörenin düküne sarımsaklı nefesle eziyet çektirmek çok büyük ayıp olduğundan sadece vampirlerde değil, tüm görgü sahibi kişilerde sarımsağa karşı böyle bir direnç vardır. Test için eşrafınızda/işyerinizde bir öğlen vakti, en havalı bulduğunuz kişiye bol sarımsaklı bir mantı uzatın. Anında kaçacaktır. Vampirlerde de böyle. Oysa bilmiyorlar ne kadar faydalı.

İkinci klişe de haçtan korkma mevzusu. Bu da enteresan bir korku. Hac dediğin şey o kadar korkulacak bir şey değil. Dedeler nineler gidiyor, biliyoruz. Eskiden otobüslerle falan çok zormuş ama şimdi uçakla gidip tatil yapıp geliyorlar. Hatta şimdi google earth’dan kabe’yi tavaf eden var. İki şeytan taşlaması, bir umre, tavaf, bitti gitti. Bu o kadar gerilecek bir şey değil. Hacdan korkmalarına gerek yok. Artık bu klişeden vazgeçmeleri lazım vampirlerin.